Nicelik ile nitelik arasındaki farkı bir türlü kavrayamayan ve bu nedenle de her fırsatta sıkıntıya sebep olan bir yönetim anlayışı içerisinde, ülkedeki nüfus meselesini tartışıyor olmamız çok acı.
Buraya döneceğim ama sadece sorun burada değil ki… Enflasyon konuşuyor, rakama bakıyor. İşsizlik açıklıyor, rakama bakıyor. Otomobil ya da evden söz ediyor adetler konuşuyor. İhracattan söz ediyor, ama dış ticarette ortaya çıkan zarara değinmiyor.
Yani sadece bir konudaki yanılmadan değil, meselelere genel bir bakış açısı hatasından ve sonuçlarından söz ediyorum. Bu haliyle doğal olarak nüfus konusunu da akıllı bir zeminde tartışmıyor.
Bir ülkede kaç kişinin olduğunun değil, kaç işe yarar kişinin olduğu önemlidir. Nasıl ehliyet ortalamasında Avrupa’yı yakalamak için her önüne gelene ehliyet dağıtıp, sonra da trafik kazalarından ya da kaosundan yakınamazsanız, herkesi üniversite adı altında binalara doluşturarak da eğitim hamlesi yapmış olmazsınız.
Bugünlerde reel sektör ve istihdam ilişkisi içindeki kopukluk malûm. Her mecrada dile getiriliyor. Gençler istedikleri gibi iş bulamıyorlar, bulsa insan gibi geçinebilecek rakamlara ulaşamıyorlar.
Reel sektör kanadına baktığımızda ise, zaten içinden çıkamadıkları maliyetleri çalışanlara yükleyip, ucuza adam çalıştırmanın yollarını ararken, bir taraftan da istedikleri nitelikte insan kaynağı bulamamaktan yakınıyorlar.
Bu ülkenin en büyük sorunlarının başında bu geliyor. Meseleyi tartışıyor, hatta hızımızı alamayıp birbirimizi suçlayacak noktaya geliyor ama sorunun nereden ve kimden kaynaklandığını asla tartışma konusu yapmıyoruz.
Oysa eğitimi yap boz tahtasına çevirirken, bir yandan da icraat diye her ile üniversite açan yaklaşımın eseriyle karşı karşıyayız. Hababam Sınıfı filmlerinin serisinden birinde Münir Özkul’un oynadığı Kel Mahmut ne diyordu?
Okul demek dört tarafı duvarla çevrili yer demek değildir. Bunu unutan yönetimimiz, ne yazık ki, bırakın her ili, bazı illerde semtlere bile üniversite kurarak, herkesi dört yıllığına işsiz olmaktan çıkarmanın, bu arada da öğrenci nüfusu üzerinden kentlerde eğitim ekonomisi yaratmanın peşine düştü.
Bugün geldiğimiz noktada işsizleri işsiz saymayarak bu işin içinden sıyrılamazsınız. Çünkü mesele sadece iş bulmak ya da nitelikli personel bulmakla ilgili problem olmaktan çıktı. Çalıştıranların karşılayamayacağı yükleri bir kenara koyun, çalışanların da düşük ücretle muhatap olduğu bir süreçteyiz. Düşük dediysem, yoksulluk sınırının yarısına varmayan rakamlardan söz ediyorum.
Bunun en açık kanıtı ise TÜİK’in son açıkladığı istatistikte hayat buldu. “Türkiye’de 2024 yılında 25-34 yaş grubunda yükseköğretim mezun oranı yüzde 44,9'a yükselirken, 25 yaş üstü nüfusta yüzde 25,2'ye çıktı. Ancak 2008 yılından bu yana üniversite mezunlarının gelirindeki belirgin düşüş rakamlara yansıdı. Gelirler 1,5 asgari ücrete geriledi.”
Yani yaklaşık 33 bin TL ortalamadan söz ettiğiniz bir ülke haline geldiniz ki, ülkede yoksulluk sınırı Türk-İş’in Nisan verilerine göre 78 bin 292 TL. Diğer araştırmalar ise bunun üstünü gösteriyor, altında değil. Yani özetle her ile okul açayım, herkesi üniversite mezunu yapayım derken, ülkeye fakirlik dağıttık.