Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz hafta gerçekleşen toplantıda yaptığı konuşmada şöyle bir ifade kullandı: “Refah kaybını aşama aşama gidermekte kararlıyız.” Nitekim benzer vurguları TBMM açılışındaki hitabında da ortaya koydu.
Ayrıca Bakan Nebati de çok anlaşılmasa da, ekonomi modelini anlatırken aynı anlama gelebilecek vurgular yaptı. Peki o zaman kritik soru şu: Biz gerçekten refah içinde miydik ve refah seviyemiz düştü mü?
Başkasının parasıyla düğün bayram yapmak, mesele yaşanırken insanlara kendini zengin hissettirebilir. Fakat parayı geri ödemeye geldiğinizde, aslında nasıl bir hata yaptığınızı anlarsanız.
Yaşadığımız durum tam da buyken, ne yazık ki anlamıyoruz. Bununla ilgili de sürekli suçlamalarda bulunuyoruz. Kamu nezdinde baktığınızda dışarıdan parasını talep edenleri dış güç, bireysel anlamda kredi borcunuzu ödemenizi bekleyenlere de kan emici muamelesi yapıyorsanız, anlamamışsınız demektir.
Yıllardır kredi ve kredi kartlarıyla sahte bir zenginlik içinde yaşayan, bunun bir borçlanma olduğunu fark etmeyen, fark edenlere de kızan bir yaklaşımın, bugün kendisine ait olmayan bir refahı kaybetmekten bahsediyor olması akıl alır gibi değil.
Daha ilginç olanı Türkiye’de siyasetin, ekonomistlerin, hatta ekonomi gazetecilerinin diline pelesenk olan şu kavram: Orta gelir tuzağı... Bundan kurtulmamız gerektiği, iktidarıyla muhalefetiyle her fırsatta dile getiriliyor.
Biz hiçbir zaman orta gelir tuzağına girmedik ki... Çünkü alt gelir grubundan, borçlanarak çıktığımızı zannettik. Bunu kanıtlamak için de, istatistiksel düzenlemeler adı altında 2-3 ay içerisinde kişi başına milli gelirimizi 5 bin dolarlar seviyesinden 10 bin dolar sınırına çıkarttık.
Ama dikkatinizi çekerim; biz çıkarttık. Bir ülkenin ve insanlarının refah seviyesinin artabilmesi için ülkedeki ekonomik büyüklüğün borçlar hariç ortaya konulması gerekir.
Borçları milli gelire katıp, sonra da ne kadar zenginleştiğimizden bahsedilen bir ekonomi yaklaşımında, bireylerin de kullandıkları kredilerle kendisini refah içinde hissetmesinden daha doğal bir şey yok.
Ülkeler üreterek, ürettiğinden para kazanarak, yenilikler ortaya koyarak, sonra da ortaya çıkan zenginleşmeyi adaletle dağıtarak kalkınırlar. Paran da ithal, buğdayın da; evin zannettiğin aslında bankaya ait olan binanın inşaat malzemeleri de ithal bindiğin araba da...
Burada üretiliyor olması; onun ithal malzemelerden oluştuğu gerçeğini değiştirmiyor ki... Bunun en açık kanıtı da sürekli dış ticaret açığı veren yapımız. Bir ülke ürettikçe zarar ediyorsa; orada zenginleşme olamaz.
Uyanın şu kış uykusundan... Ortada kaybedilmiş değil, gerçekten hiç ulaşılmamış bir refah var ve olmayan bir şeyi kaybettiğinize inanmaktansa, çalışıp oluşturmak daha akılcıdır.
Ama diyorsanız ki ben masala inanmaya devam edeceğim; o zaman da fatura önünüze geldiğinde suçlu aramayacaksınız. Formül bu kadar basit.