Pandeminin hemen öncesiydi; bir taksiciyle seyir halinde sohbet ediyoruz. Trafik sıkışıklığından dert yanıp, herkesin altında araba olduğunu söyledi. Ardından koca koca rezidansları da gösterip zenginliğe işaret ederek ‘bir de para yok diyorlar’ dedi.
Düşünsenize hiç bir zaman oturamayacağı, hatta parası olsa bile içine girmek istemeyeceği yerler üzerinden bir zenginlik tanımlaması yaptı. Haklıydı; çünkü böyle anlatılıyordu.
Ben de sakince dedim ki ‘bunların hiç biri onların değil.’ ‘Kimin o zaman’ diye sorunca ‘bankanın’ dedim. Biraz şaşırdı, biraz anlamadı ve açıklamamı istedi. O taksiciye şunu anlattım. Parasının tamamını ödemediğin hiç bir şey senin değildir.
Zira sahibi olduğunu sandığın araç ya da ev, taksitlerini ödeyemediğin noktada ödediğinle kaldığın, elinden alınıp satılan, geliri borcundan düşülen, kalan miktarı da sana borç yazılan üründen başka bir sonuç vermez.
Bugün geldiğimiz noktada haczedilen konutları, icralık insanları, kredi ve kredi kartı borcuna batmış kişileri, konut, araç ve fabrika sahibi bankaları görüyoruz. Bunda bilinçsiz harcamalar kadar, zaman içinde çaresizliğe dönen geçim sıkıntısının makyajlanmasının da etkisi var.
Bilinçsiz, çünkü gelir seviyesi artmamış ve finansal okur yazarlığı olmayan insanları, bakkalın veresiye defterinden çıkarıp kredi kartıyla buluşturursanız olacağı buydu.
Çaresizlikti; zira sahte bir enflasyon üzerinden aldığı maaş zammı, yıllar içerisinde fiyat artışları karşısında eriyince, onu bir süre sonra gıda, giyinme, barınma ve ulaştırma harcamalarının yüzde 80’ini buradan karşılar hale getirdi.
Araştırmalar, anayasal haklarını kredi ve kredi kartından karşılayan insanları ortaya koyarken, bunun bağıra çağıra geldiğini yıllar içinde bize haber verdi. Elbette görmek isteyene...
Parasal genişlemenin olduğu süreçte finanse ediliyordu; kamu buradaki tüketimden ve ithalattan kasasını dolduruyordu; sıkışana yeni kredi veren tüketimi de buradan destekleyen, tıkananın devre dışı bırakılıp icralık olduğu bir sistem yürüyordu.
O süreçte herkes batanların kendi beceriksizliği sandı; oysa sadece ekonomik hacimleri yetmemişti. Çünkü iktidar ortaya çıkıp ne kadar zenginleşildiğinden söz ediyor; başaramayanı da iş insanı da olsa, vatandaş da olsa işbilmez olarak nitelendiriyordu.
Geçinemediğini söyleyen çiftçiye ‘ananı da al git’, üretemediğini vurgulayan sanayiciye ‘işbilmez’, iş bulamadığını söyleyen yurttaşa ‘devlet herkese iş bulmak zorunda değil’ söylemleri bugünlerin ilk sinyalleriydi.
Sahte işsizlik rakamları açıklanıp, insanları şu duyguya ittiler: Beceriksizsin. O süreçte yazdığım yazıları ve yaptığım yorumları hatırlıyorum. Diyordum ki, başınızı ellerinizin arasından çıkarıp sağa sola bakın. Yalnız değilsiniz. Ama medya operasyonu üzerinden herkesi bunun kendi kaderi olduğuna ikna ettiler. Ta ki para bitene kadar.
Ne zaman ki maaşlarla enflasyon arasındaki makas açıldı; krediler yeni borçlarla finanse edilemedi, para pahalı hale geldi; ne vakit ki insanlar rakamlarda gizlenemeyecek kadar çok işsiz kaldı; icralık oldu; işbilen sanayici inşaatçı olsa da yaptıkları elinde kaldı; eldeki rezerv dövizin değerini basmaya yetmedi iş açığa çıktı.
Şimdi bazılarının borçlarını kamulaştırmaya, bazılarını yeniden borçlandırmak için bankalara baskı yapmaya, kimilerine kasadan görece daha çok para dağıtmaya çalışıyorlar ama olmuyor.
Sesler yükseliyor ve aradan geçen 20 yılın sonunda zengin hissettirilen insanlar, tok olduğuna ikna edilmeye çalışılıyor. Hatta yeni söylem restoranların, kafelerin doluluğu, 57 bin TL’lik telefon almak için yaratılan kuyruklar. Çok ucuz ve modası geçmiş yaklaşımlar... Oysa inanın bana bu yaşananların hiç biri sürpriz değil.
Yanlış ekonomik tercihlerin, yaratılan yalan dünyanın, el parasıyla düğün bayram yapmanın sonuçlarını yaşıyoruz ve yaşayacağız. Artık insanları tok olduğuna bile ikna edemeyip, yıllarca parasını ödeyeceğimiz pahalı yolları gösterir hale geldiler. Ama asfalt karın doyurmuyor; üzgünüm.
[email protected]