Türkiye’nin gündemine boykot tartışmaları damga vurdu. Öncelikle şunun altını çizeyim ki, her ne nedenle olursa olsun, bir ülkede tüketicinin tepki koymak adına yasal hakkı olarak bir ürüne ya da bir gruba boykot uygulama hakkı vardır. Bu da tartışmaya açık bir konu değildir. Vatana ihanet ile bağdaşacak bir konu hiç değildir.
Elbette ekonomilerde istenen bir başlık olmadığının herkes farkında. Ama bu durumda insanları suçlamak yerine, nedenini masaya yatırmak gerekir. Fakat meselenin hızla kontrolden çıktığı ve aslında ciddi bir tüketememe sorununun, kısır bir kavgaya döndüğünü görüyoruz.
Belirttiğim gibi, hiç kimse nedeni ne olursa olsun, tüketicinin bu eylemini sıfatlandırma hakkına sahip değildir. Bu, en doğal tüketici ve vatandaşlık hakkıdır. Lakin asıl tartışmamız gereken meselenin ekseni kayıyor.
Konunun birkaç tarafı var. Öncelikle vatandaş penceresinden bakalım. Niyetini ve gerekçesini açıkça ortaya koyuyor. Neden bazı ürünleri tüketmediğini söylüyor. Bu tartışmaya kapalı bir konu.
Ayrıca artık değişen tüketim davranışlarında markaların tanınmışlığı ya da hizmetiyle değil, sahip olduğu değerler ve toplumsal davranışları nedeniyle öne çıktığı bir süreçte konu tamamen 20. yüzyıl bakış açısıyla değerlendiriliyor. Yeni ekonomide yeni tüketici bu. Bunu eleştiremezsiniz, uyum sağlayacaksınız.
İkincisi tüketicinin durumu... 2008 krizi olduğunda o süreçte TOBB bir kampanya başlatmıştı. ‘Al ver ekonomiye can ver’ mottosunu ortaya koymuştu. O dönemde ‘ne ile’ diye vurgulayıp konuyu, yazıp, çizip, anlatıp gündeme taşımıştım.
2002 yılında 6,4 milyar TL olan tüketicilerin finans kesimine toplum borcu, 2009’ın ilk çeyreğinde 113 milyar TL’ye, 2012’de 236 milyar TL’ye, 2014’de 428,5 milyar TL’ye, 2020 Ekim’de 806 milyar TL’ye, 2024 sonunda 3,8 trilyon TL’ye ulaştı. Nitekim BDDK’nın 21 Şubat 2025 tarihli bültenine baktığınızda da bunu resmen doğruluyor.
Geldiğimiz noktada 4 trilyon dolara ulaşan, yani ‘al ver ekonomiye can ver’ denildiğinden beri 3,7 trilyon TL borca batırılan bir tüketici grubunun siz zaten ekonomiyi ayakta tutabileceğini mi zannediyorsunuz?
Çünkü aynı koşullarda gerçekle bağdaşmayan enflasyon rakamlarıyla geliri tırpanlanan, son iki yılda da hedef enflasyon icadıyla, yıpranması bile yok sayılan bir vatandaş gerçeğini göz ardı edip, şimdi tüketti, tüketmedi tartışması mı yapıyorsunuz?
Dönelim esnafa... Hamasetle esnafı korumaktan bahsediliyor. Geliri giderini karşılamayan, emekli olsa 14 bin 500 TL alacakken, 7 bin 700 TL Bağ-Kur primi istenen, borca batmış, her geçen gün eriyen, kazan kazanma vergi istenen, tahakkuk ettirdiği vergiyi bile ödeyecek gücü olmayan esnafı korumaktan mı söz ediyorsunuz gerçekten? Hani şu fırsatçı diye sıfatlandırdığınız, gelirine bakarken, giderini yok saydığınız esnaftan mı?
Üreticiye dönersek, zaten gırtlağına kadar borçlu olduğunu biliyoruz. Ama bunun ötesinde yüzde 90’lardaki tüketici enflasyonu yüzde 38,1’e düşürülürken, yüzde 120’lerdeki ÜFE, Mart 2025 verisi ile yüzde 23,5 olarak açıklanan ve arada yüzde 100 enflasyonu hokus pokus ile yok edilip, sermaye olarak yok edilen üreticiden mi bahsediyoruz?
Çiftçisi, emeklisi, sanayicisi, işçisi, emeklisi, memuru, öğrencisi, işsizi herkes perişan olmuş, biri maliyetlerin, diğerleri giderlerinin altından kalkamıyor, her geçen gün satın alma gücü eriyor ve siz şimdi tüm bu tepkiyi sadece münferit olaylar diye mi yorumluyorsunuz?
Gelirleri yok ederken, giderleri şaha kaldırıp, bir de üzerine kredi mekanizmasını boğunca iç piyasayı tamamen gözden çıkarmış, enflasyonun maliyetlerden değil, talepten olduğunu düşünen bir ekonomi yönetimi zaten fiili olarak piyasaları durma noktasına getirmiştir.
Ülkede ekonomi politikası yerine temenniler manzumesi, veriler yerine hedefler, ekonomik gerçekler yerine algılar konuşuluyor ve insanların geçim kaygısını yok sayarak, konuyu sulandırmanın mümkün olduğu mu düşünülüyor? Bence bu yaklaşım, sorunun kendisinden daha problemli.
[email protected]